Alla Turca
Alla Turca: Türkün Alasıdır!
Cavit Mukaddes
Ressam Müfit İşler’in son dönem yapıtlılarının ilk örneklerini kendi atölyesinde irdeleme fırsatım oldu. Onun sanatsal serüveninin bir tanığı olarak dirençli üretimindeki evrelerinin bu son halkası dinamik bir döngü içersinde algılanmalıdır.
“Cin Dövüşü” serisindeki ironik düzlemlerinden hemen sonra gelen bu yapıtlar onun görsel düşünce kulvarında uzun bir seyrüseferi de gerekli kılıyor.
Belki de bunca çaba o çok arzuladığı majör vuruş yani “Sanat’ta Cinnet” denklemine de yaklaşım deneyselliğini içeriyor, kim bilir?
Yeni resimlerden çıkışla sessizce bir gayya kuyu masalı çıkarmasını deniyorum ansızın ve “bir hilal, bin hilal” diyerek, kendimi sıkı-sıkıya kapatmış bir labirentin renk katmanına bırakıyorum, çözüm bir adım ötemde: biliyorum!
Müfit İşler’in düşünce devinimlerinin termodinamik çemberinin etkin enerji dalgası o dar kadrajlara sığmayacak denli bir başka açılımı gerektiriyor diye düşünüyorum, çünkü o kendi kuşağı sanatçıları arasında bir çeşit “bütünselliği” arz eden ender yaratıcı fırçalardandır.
Son yapıtları onun bir “çile odası” enerjisini barındıran aşkınlığı da içeriyor, bu süreçlerde o kendi tekrarını aşıyor. Kanaatim o ki birinin yetmediği (resim, nesne) anlarda öteki (kalem, kağıt, düşünce, aktarım) devreye girmiştir onun için. Aylar öncesinde oluşturduğu resimler bütününe hangi ok’u fırlatacağını sorduğumda, tereddütsüz “Alaturka” yanıtı çıka gelmişti. Onun dilinden “Alaturka” sesi duyulduğu sırada benim natuvan (aciz) zihnim çoktan Tractatus’a yönelmişti bile (-bir önerme basit önermelerin doğruluk fonksiyonudur-), sonra spontane bir garip tanım düş kapımı tıklattı o an: arkaik şizofrenia! Ve bütün bunlar dil bilimi, dünya, gerçeklik, mistisizm açısından olduğu kadar bir toplumsal kod ve felsefi başkaldırı düzleminden algıladığım kanat seslerine sürükledi beni.
Kimilerine göre bu “arızalı” toplumsal bilinçaltının genelde sanat-edebiyat ama özelde örneğin şiire, felsefe alanımıza yansıması hangi ölçekte kaldı sorusu hala yanıtsızdır!
Öte yandan, On altıncı yüzyıl Avrupalısının bir iç dekor süsü müydü sadece, yoksa bir terennüm(nağme) tanımı mı? Ya da daha anlaşılır bir metodolojik yaklaşım henüz yapılmadı mı?
Belki Sabahattin Kudret Aksal’ın şiirsel çabasıyla bir nebze toplumsallaştı diyebiliriz. Ama açılımına biraz sonra gireceğim gibi hepimizde biraz “Yahya Kemal” tortusu var galiba( bilinçli- bilinç dışı olarak). Bunun yansıması da Yahya Kemal’in sözünde başka türlü anlaşılır: “artık her şey bitmiştir, yazılacak yazı, Türk toplumsal bütünlüğünde ergonomik olarak fiziksel-ruhsal duyular kalmamıştır”.
Bütün bunları aslında kendi öznel tarihini 1071’den başlatan ve düşünce alanında çok ciddi uğraşlar veren Yahya Kemal’a aittir.
Modernizmin “ara dönem” kıpırtılarıyla beraber eski Osmanlı üst sınıf münevver kesiminde de bir hareketlilik gözlenir.
Üçüncü Selim’in vakayi-nevisliği sekteye uğratmasını bizler bugün kod kaydını bitirme eylemi olarak da okuyabiliriz, ardından gelen ıslahat fermanı başka bir ivme arzusunu yansıtıyordu o toplumda. Yani o dönemde bilinçlice gerçekleştirilen kodifikasyon hareketi Türk kod bilinçaltının da alenileşmesi-alene-açık koda kayması demekti. Üstelik bütün bunlar Osmanlının uful(düşüş) yıllarında çıka gelir.
Osmanlı teritoryasının bir tepki reaksiyon zincirinden doğan aynı anda iki zamanlılığı da barındıran Şark (Acem-Arap), Türk(Anadolu dahil bütün Türk boyları) kodlarını da açığa çıkaran bir denklem ile batı etkisi dominant oluyor, yine buradan ikili bir yapı kendini göstermeye başlıyor.
Gamsızlık ve rehavet düşkünü bir toplumun, hakikati değil hakikatsizliği arayan, “hakikati” bulup bulup /( dü şeş? )/ kaybetmekten adeta bunalan ve “var” ile “ yok” arasında gidip gelen, yer yer içe kapanarak, iç çekerek Descartes’a tebessüm fırlatan ve şu “ölümlü” dünyada “adam sende” diye hiç’i değil beyhudeliği düşünen ve “öyleyse var olan” büyük bir kesim ve tersinden gidişattan sıkılanların yansıtılmış bir resmi olarak “keşf” edilir önce İtalya’da :Alla Turca [ Batı’nın simülasyon deneyimi: rahatına düşkün iç mimari tercihi, oysa onlar bu simülasyonu denediklerinde buradan yükselen çığlıklarda zincirlenmiş hışım feryadı kilitleniyordu, bir cinnetin hatıralı bakışının iftirası, yüzlerce umudun dişleri dibinden sızan “bir zehir” çoktan oluşmuştu al-umutlar yurdunda(eski Türk kavimlerinde kırmızıyı sembolize eder) ve başka uzun-sancılı ama çok derin bir kırılmaya doğru yüz tutmuştu.] ve çok sonralar Balkan coğrafyasının kimi ülkelerinde “el- turco”’ya dönüşür, yani Osmanlı İmparatorluğu payitahtında kent hayatının kıyısına itilen o halklar zamanı gelince yani o sözünü ettiğimiz “ufulu”(düşüşü) tarihi bir fırsat olarak algılarlar ve hemen ardından da sıfatlandırma gelir.
Bu öfke dışavurumu öte yandan kavramın da ilk gen haritasında yerini alır, yani o bir kısım “Avrupalı” bu mekanizmayla aslında düne kadar kapılarını zorlayan bir mirasa karşı kendi yansıtmasını ters bilinçaltı aygıtıyla göstermeye çalışır: alafranga gibi karşıt, muğlak, içeriksiz tanımıyla üstelik.
İşte prematüre bir varoluş gibi tarihe bırakılan alaturka’ya nasıl bakmalıyız? Gündelik hayatımıza bir biçimde bunca giren bir terim aslında ne kadar sıradan, basit gibi görünse de alt ve üst katmanlarında bizim açımızdan hayatı derecede bir önemi var. Hele ki içinden geçtiğimiz zaman denklemlerinden bakarsak.
Alaturka’yı ben genel tanımıyla değişik tarihsel süreçlerdeki paradoksal kırılmaların ve gelenek kuyu başlarındaki kahve molası olarak da adlandırdığım olmuştur. Bir düşünce dairesi çizersek ve ortasına alaturka’yı yerleştirsek çevrimsel döngü noktalarında neler çıkar karşımıza?
Bu çemberinin çevresini saran ve benim saptadığım üç elektronlu sürekli bir etkileşim kod akışı çok iyi okunmalıdır. Buradan direkt Müfit İşler’in son dönem resimlerinde saklanan döngüsel hilalleri, yer yer bilinçli ihlalleri de içeren içten dışa, dıştan içbükey olarak kıvrılarak ve birer nesneye dönüşen Alaeddin’in cin lambası değil cinin (genetik cenin) kendisi çıkar! Aynı anda yukarıdaki gen haritasının başkalaşmış resim olarak da okuyabiliriz. Onca dönen, parlayan hilal, kılıç sıradan bir mitolojik anlatım öğeleri asla olamazlar!…
Yukarıdaki çemberin çevresinde dönersek ay koklayan düşler,‘kapısız kafe’ içinde ‘çırpınan aydınlık kanatlar’, yalnızlık sokağından geçen sineğin geçişi, tutkunun “sessizliğine” eşlik eden ve bizi görüntü kadrajının dışına taşıran daha neler olabilir?
Gelenek sözcüğü bende hep bir kuyu imgesini hatırlatır, siz buna gayya kuyusu da diyebilirsiniz. Zamansallığın dışında kalan kuyudan söz ediyorum, bir ucu tasavvuf’a kadar dayanır. Buradan ise evrensel motivasyon, heyecan, evrensel organizmayı harekete sevk eden mekanizmadan söz ediyoruz. Nietzsche’ye göre Hiçliktir, Yunus-Rumi’ye göre her şey yada herşey, Heidegger’e göre (Batı anlamında) her şeyden sıfırlamadır. Oysa Geleneğe çelme atan Türk modernitesinin kılcal damarlarında büyük “hüvel baki” tasavvufi oluşumuyla (Melamilerin felsefi yükselişi) bilinçleşmesiyle beraber Burjuva demokratik devrimin yadsınmaz proje payı vardır.
Osmanlı ekonomik dizaynında yer edinen kervansaray ruhu gibi modları içeren bazı (ortamı) yok ederek, tersinden kişisel diktatöryadan (Padişah-Vezir) halka devleti açarak tarikat nicelemesinden çıkıp nitel anlamda Demokratik Devrimi oluşturmak işte o projenin ana ekseni idi, nereye kadar? 9.5 dakika geçene kadar!
Tam alaturka zaman işte! İşte o anda, yine çemberimizin ikinci durağında bizi bekleyen anone (ötevari bir izlek), anlıksal saniyeler, bütün izler kefenle beraber sekteye uğrar. Kaos başlar.
Toplumsal korteks tabakasının çöküş başlangıcı. Tümden gelim, tüme varım pasifsize oluyor ikisi arasında bir gerilim, boş zaman, sofistike bir baza kayıyor. O bazın ne olduğu anlaşılamıyor, “alaturka” bile absorbe oluyor.,emiş gücü devam ediyor. Bu da aslında ışınsal soğutsallıktır: yok oluşa gidiştir.
1960-1970-1980 Yok oluşun nirengi (anıksal saniyelerin) noktasıdır. Tasavvuf olarak yok oluştur. O bir kuşak ise bu çürük elmanın paylaşma projesinin YİĞİTSEL PARADOKSUDUR.
(Bu kaosa Batı kulvarından bakarsak, Batı tasavvuf kriminal suçlusu sosyo patalojik anlamda David Hume’dır. Osmanlının Frenk dediği şövalye vari resistas incelemeleri yaptığı yapıtlarda Batı’yı bitirmiştir: dinsel anlamda- c.m).
Alaturka-Tasavvuf Bağları:
Tasavvufi boyutta Batı ve Doğu ikileminden bakarsak , özgün bir açılımla tanımlarsak: logaritmik hüvel baki endişelenme söz konusudur (bu saptamaya ulaşmak için yıllarımı verdim), yani bir metodik arızadan söz ediyoruz. Arızadır derken sık kullanılan Hülakar (olmuş-bitmiş- davranış biçimi) ardından gnostik-agnostik çaprazından veteriler halinde insan otomasyonu şekli-şüphesine (imdadı evveline) bürünmek demektir: Kurtaran yok mu?(anlamında).
Bu tıpkı halüsinasyondan önceki elektrovari isim-cisim boyut eksenlidir.Bu ise alt ekümenik paradokslara girer. 1938’deki yok oluş alt hegomenik sınıfsal alt yapının (emek-sermaye burjuvazi(milli burjuvazi)) başka bir senkronda yüzmeye başlamasıdır, bunu da tam olarak açıklayacak kimse yok!
[İki ara not:
a)Logaritmik Hüvel Baki: logaritmik dönenceler( hüzünlü, hüzünsüz) ve modern matematik bilimi ile tasavvuf açılımı. Logaritma: onlar, birler, ikiler, üstler fonksiyonu ve tasavvufun ahi ekonomisi sonra Hurufi umanıyla ilintilendirmesi.
b) “Bir Arızadır” dediğimizde kendi arızamız değil, içsel-ortamsal-dışsal-vurgusal bir arızadan söz ediyoruz.]
Sürekli İzomorf yapı , ama neden?
Kaos ortamından gelişme modelleri çıkartan toplumların ikincil seçenekleri olmadığı için biraz uçucu bazlı felsefe, kelam sonra o ortalamaya fıkhı gömlek giydirerek bu izomorf yapılardan bir türlü kurtulamazlar. Tarihsel sıfata “Takdir-Kader”i zamir kılarız, o tarihsel zorunluluktan doğan özel durum. Tarih hükmü o zaman geçirgen olur ki insanoğlunun iradesinden bağımsız bir akışa bürünsün. Hegel’in saptamasıyla konuya odaklanırsak, ne büyük var oluşlardan söz eder ki aklın nirengi alanıydılar aynı zamanda, yani onların kahramanca çıkışlarının ardında başka büyük bir dizayn oluşur ki o figürlere tam anlamıyla “zaferi” getirmez! (Batı tarihinin temel yönlendirici iki figürü: Sezar-Napelon sadece birer örnektir, onların “kaderi” kişisel amaçları ile tarihin tümel dizaynının çakıştığı noktadır)
Bizler Asya uygarlıklarının uzantıları olarak uzun zamandan beri hem Hegel, hem de Marx’a odaklanmışız, ruhun, devinimin, sınıfsal çekişmelerin, zaman zorunluluğu gibi odaklanmarın kıyısında ve üstelik akıl –mantık (felsefe) yollarına tam vakıf olmadan geliştirmişiz bu tutkumuzu!
Eğer Batı zihniyetinde dünya felsefileşerek, felsefeye, ardından dünyevileşerek yani her şey iktisadiyata indirgeniyorsa, bu devasa sistemin neresindeyiz? Neresine müdahale etme niyetimiz gelişti, tümel anlamda (kimi bireysel derin anlamlı çıkışları hesaba katmıyoruz) böyle bir niyetimiz hiç oldu mu? Üzerimize yığılan tarihsel yıkıntının düşünce moloz tabakaları altında sürekli şizofrenik bir ezilme ile karşı karşıyayız. Hegel’in deyimi ile Felsefe tarihi ve tarihin felsefesi aynı şeydir, bu ikili Batı düşüncesinde o denli girift bir ilişki içersinde ki , düşünce hareketlenmesi her zaman mutlak ruhun devinimlerini müjdelemiştir.
Eğer tarih Hegel için mutlak ruhun yücelmesinden soyutlanarak geçiyorsa, eğer Condorcet ve Comte sonsuz ilerlemeyi göksel takdirin gidişatına ters düşecek bir seçenekten çıkarıyorsalar ve eğer Proudhon’a göre tarih iki sonsuzun çekişme sahnesi ise (Tanrı-İnsan) ve onun sonucu kaderden arınma ise (defatalisatin), doğaldır ki Nietzsche için bü süreç Nihilizm ile sonuçlanacak, o Nihilizm ki 2500 yıllık abideyi ciddi biçimde sarsıntıya uğratır. Yani tarihin ilerlemesi düz çizgisel değil, keşke o 19. yüzyılın pozivitsitleri kadar bu konularda hoşgörülü olabilseydik.
Morfolojik ön (son) deyiş:
Genetik biliminin ulaştığı son aşamayla birlikte belki gün gelir hiç bilmediğimiz kodlar da çözülür, ama her hangi bir Batılı, bizim giydiğimiz ayakkabının neden hep yandan yırtıldığını bir türlü çözümleyemeyecek! Çünkü koca Romen-Germen İmparatorluğunun kuramcısı kendi aşırı ırkçı zihniyetinde üstün insan dışında başka “varoluşu” bir türlü kabul görmez.
Türk gen alt tarihi Orta Asya’dan başlıyor, sonra büyük Selçuklu uygarlığına kadar gider ( gen kırılması) onun devamı olarak Osmanlı – ardından gelen en son kırılma(beyinsel-kortekste biriken bilinç seviyesi) hala devam etmektedir. Ama bir gerçek olanca gücüyle Alaturka zihniyetimizi tırmalıyor, o da günümüzün aydını artık o eski “pir-ferzane”lerin( bilgi ateşini akıl-divanelik denklemi ve bütün varoluşuyla yakan) saygı evresini yakalayamıyor, eleştiri kılıcından bir türlü kendini kurtaramıyor, buna sebep olan ise marifet ve pratiği birleştirememesinden değil, gerekli bağlılık ve tutarlılığı gösteremediği içindir. Yazıda işaret ettiğim o “yiğitsel paradoks” durum bunun dışındadır…
Onlar (Deniz Gezmiş ve arkadaşları, ama özellikle “Deniz”) bir dönemin romantizmini de yansıtırlar, onlar ilkin güneşle, gül yaprağıyla konuştukları için bugün hala çoğu kimse onları gereğince anlamıyor, ve bizler belki de bundandır ki yaşamı hergün yeni bir yalnızlıkla ödüyoruz devranın ebleh suratına… elif-ba’nın tüm “bloklarını”, fırtına kuşlarının tümünü selamlayarak…
Cavit Mukaddes